“Kör Pencerede Uyuyan” kitabı ile 2015’de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Nihan Eren ile ikicaybiriacik okurları için hem yeni kitabı Nefeshane’nin yaratım sürecini hem de aklımıza takılan konuları konuştuk.
Yavaş, Kör Pencerede Uyuyan ve Hayal Otel öykü kitaplarıyla zihnimizde yer edinen B. Nihan Eren’in dördüncü öykü kitabı Nefeshane, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle okuyucusuyla buluştu. Yazar, karakterlerin sıradanlığa hapsoluşunu kimi zaman İstanbul’un nemli bodrum katından hastane odasına, kimi zamanda lüks gece kulübünden Boğaz’ı gören tepe ve sıradan bir apartman dairesine uzanan geniş bir mekan atmosferinde okurlarına göstererek, hayatın derinliklerine doğru açtığı kurgusal pencereden bu kez kendi benliklerini görmelerini sağlıyor. “Kör Pencerede Uyuyan” kitabı ile 2015’de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü‘ne layık görülen Nihan Eren ile ikicaybiriacik okurları için hem yeni kitabı Nefeshane’nin yaratım sürecini hem de aklımıza takılan konuları konuştuk. Edebiyatın büyülü ışığını hissedebileceğiniz bu keyifli söyleşide siz de bize eşlik etmeye ne dersiniz?
Söyleşi: Ebru ALTIN ÇAPÇI
Hayatın sıradanlığını anlatan tam 8 farklı öykü; Nefeshane, Serviler Altındaki Adam, Kaplumbağa Terbiyesi, Leyla’nın Üflediği, Nazsız Niyazsız, Üstü Örtülü, Süpernova ve Bir Nefes, İstanbul… Sahi, nasıl koşullarda ortaya çıktı bu insanın içine işleyen öyküler? Nasıl inşa ettiniz bu öykü evrenini?

Nefeshane diye bir kelime yok aslında ama ben yazı odama, yazı masama hep nefeshanem derim. Çünkü orayla kendim arasında kurduğum muazzam bir teklik hissi var. Uzun zamandır da insanın kendisi ve çevresiyle bir uyum yakalamasının olanaklı olup olmadığı, toplumun buna ne ölçüde izin verdiği üzerine düşünüyordum. Benliklerimizle bedenlerimiz, bedenlerimizle iş ve gündelik hayatlarımız, biz ve başkaları birbirleriyle uyumlu mu yani nefeshanelerimiz mi yoksa hapishanelerimiz mi? Beden bir mabettir. Bizim ilk nefeshanemiz bedenimizdir. Ona, yani bu kalıba iyi bakma ve iyi davranma mesuliyetini taşıyabilmek çok önemli. Fakat bunu ne kadar yapabiliyoruz? Şimdi bedenimizden çevreye yayılalım. Yaşamayı seçtiğimiz yerler, birlikte yaşamayı seçtiğimiz insanlar, seçtiğimiz meslekler, cinsel kimliklerimiz, çevremiz, iktidarla kurduğumuz ilişki veya onun bize dayattığı ekonomi- politik.
Bunların her biri aidiyetlerimiz oranında ya nefeshanemize dönüşür ya da nefes alamadığımız, sıkıştığımız nefessiz hayatlara, hapishanelere ya da mezarlara. Öyle de oldu. Çünkü uzun zamandır ülkece bir çukurda yaşıyoruz. İşte buradan bu öyküler. Toplumun çeşitli katmanları, cinsiyetleri için, hayatın bütün bu sıradanlığı içinde hayata yaklaşımlarımız nasıl? Onu anlamlı bir hayat haline getirmek için uğraşıyorlar mı bu insanlar yoksa hayat dediğimiz şey zaten hepi topu bu kadar mı?

“HER KİTABIN BİR DOLMAKALEMİ VARDIR!”
Öyküleriniz; farklı atmosferleri, okuru içine alması, merakla ve rahatlıkla okunması özellikleriyle gerçekten çok kıymetli metinler. Öykülerinizi yazarken belli bir ritüeliniz ya da alışkanlığınız var mı?
Yazı masama oturmadan önce sabah saatlerinde yürüyüşe çıkarım, güzergahım hep aynıdır. Yürümenin son derece meditatif bir eylem olduğu ve düşünceleri berraklaştırdığı, kafadaki bir konuya odaklanmayı kolaylaştırdığı artık bilim adamlarının bile söylediği şeyler zaten. Ben de genelde öykülerin kurgularını yürürken yaparım. Sonra gelir masama otururum. Masam dağınıkken hiç yazamam. Kafamın içi yeterince karışık oluyor zaten etrafımda da bu görüntü olunca yoruluyorum sanki. Belki de yalnızca yükselenim Başak diye bütün bunlar bilemiyorum artık. Ama dağınık bir odada, masada hatta evde yazdığımı hiç hatırlamıyorum. Bir de benim dolmakalem merakım var. İlgilenir, takip eder, alabildiklerimi alırım. Çok seviyorum gerçekten de. Pistonlarının temizlenmesi, mürekkeplerinin doldurulması işini de ayrıca severim. Bunu da Pazar geceleri yaparım genelde. Önceleri bu şundan doğuyordu. Senaryo yazdığım zaman muhakkak Pazartesi günleri senaryo toplantısı yaparım. Pazar gecesinden yarınki toplantıya kalemlerimi hazırlamak böyle bir rutin oluşturmuştu fakat sonra Pazar gecesi – bir dolmakalem dahi olsa – banyo yapmanın, yaptırmanın bizim kuşağın çocukluklarından bildiği belli bir alışkanlık olduğunu hatırladım ve bu durumu sevdim. Öykü yazarken de Pazar geceleri bu görevimi yerine getiririm. Bir de her kitabın bir dolmakalemi vardır bende. Her öykü, her kitap notlarla başlar ve bu notları almaya ilk başladığımda hangi kalemi kullandıysam kitap bitene kadar da aynı kalemi kullanmak isterim. Eğer aksi olursa ortaklığımızın, yoldaşlığımızın bozulacağına inanırım.
Etkilendiğiniz yazarlar var mı? Bu yazarların sizde bıraktığı etkiye neden olan yapıtlar hangileri?
Platonov çok seviyorum. Onun insanı anlama ve anlatma şeklini seviyorum. Voltaire’in Candide’i beni çok etkileyen kitaplardan biridir. Dönüp dönüp açar karıştırırım. Yaşamın anlamının yalnızca yaşamaktan ibaret olduğunu söyler. Ian McEwan sevdiğim romancılardan biri. İnsan ilişkilerini, aileyi ve orada yatan çelişkileri, çatlakları, ara duyguları vermede usta olduğunu düşünüyorum. Gospodinov tuhaf denebilecek ölçüde enteresan bir yazar. Arnon Grünberg’in Tirza’sı son dönemlerde okuduğum ve çok beğendiğim bir roman oldu. Avrupalılığa bir neşter. Oğuz Atay ve Orhan Pamuk’un ruh kardeşleri olduklarına inanırım. Doğu ve Batı arasında kalmanın, buralı olmanın açmazları ve marazlarıyla birlikte ne demek oldukları üzerine çok düşünmüşler.
Okumakla yazmak arasındaki bağa inanıyor musunuz? Bu bağ sizde nasıl bir çağrışım yapıyor?
Bu ikisi arasında bağ olmaz olur mu hiç? Yalnızca bağ bile değil, birbirlerinin içinden çıkar, birbirlerini oluştururlar. Çok okumak iyi yazmak için tek başına yeterli değildir elbette ama eğer zaten yazan biriyseniz okuduklarınız bir noktadan sonra kendi üslubunuzu da belirlemenize yardımcı olurlar. Ne yazacağımızı, hatta ne yazmayacağımızı, nasıl yazabileceğimizi veya asla nasıl yazmak istemediğimizi nitelikli okur olmanın sağladığı etkiyle keşfederiz biraz da. Bir yazar bilir ki, yazmak için masaya oturduğumuzda bizim o eseri yazmamıza neden olan arkamızda duran külliyattır.

“HER ÖYKÜNÜN BİR NEDENİ OLMASI GEREKTİĞİNE İNANIYORUM!”
Size göre bir öyküyü öykü yapan şey nedir? Nitelikli bir öyküde olmazsa olmazlarınızı öğrenebilir miyiz?
Benim uğraştığım şey hep hayat, hayatın kendisi, onun karmaşıklığı, adaleti ve adaletsizliği, anlamı ve anlamsızlığı, sınıflar ve bireyler arası tutarsızlığı ve tüm bunlar arasındaki o hem kendiliğinden hem olağanüstü olabilen tuhaf ritmi. Hayalgücü ve gözlemin biraradalığıyla doğmuş bir kurgu benim temel itkim diyebilirim. Şairane üsluplardan, niyetini fazlaca belli eden metinlerden hiç hoşlanmam ama dilde bir ahenk olmasını önemserim. Her öykünün bir nedeni olması gerektiğine inanırım. Bu öyküye temasını verecektir. Bittiğinde ben bu öyküyü niye okudum şimdi demek vakit hırsızlığı gibi geliyor. Fakat ahkam keser gibi konuşan, mesaj veren öyküler de yazılış amaçlarıyla öyle dolu oluyorlar ki geriye bir öykü kalmıyor. Atmosfer elbette çok önemli. Orada, o zamanda ve mekanda o insanların gerçekten yaşadıklarına bizi ikna eden şey yazarın atmosfer yaratabilme kabiliyetidir.
Size göre kurgu mu, üslup mu yoksa hikaye mi önceliklidir?
Bütün bunların hepsinin önemli olduğu bilgisi ve sezgisiyle yazılmış öyküler iyi öykülerdir. Ben öyküyü bir masaya benzetirim. Kurgu, dil, hikaye, atmosferse bu masanın ayaklarıdır. Eğer bir masanın yalnızca bir ayağı bile diğerlerinden kısa olsa o artık bir masa değildir. Ne estetiktir ne de işlevini yerine getirebilir. Öykü de böyle. Biçim ve içeriğin birbirine muhtaç olarak, birbirlerini yarattıkları bir öykü evreni üzerine düşünmek öncelikli olanın bütün bunların hepsi olduğunu bana hatırlatıyor.
Yavaş, Kör Pencerede Uyuyan, Hayal Otel ve Nefeshane derken dört öykü kitabınızla okurlarınızı her seferinde bambaşka bir atmosfere sürüklediniz. Dört öykü kitabınızın ardından sizce bu yol yakın zamanda bir romana doğru çıkar mı?
Evet şu anda bir roman üzerinde çalışıyorum.
Son olarak okuyucularımıza ne söylemek istersiniz?
Kendi nefeshanelerini arama yolculuklarında yalnız olmadıklarını hatırlatmak isterim. Ve edebiyatın o muazzam gücünü paylaşmamızdan mutluluk duyduğumu…